6 Ekim 2007 Cumartesi

Bir Shakespeare var Shakespeare’den içerü ( Shakespeare hakkında bilinmeyenler )

“Shakespeare, eğitimi yetersiz sıradan bir insandı. Ancak 13 yaşına kadar eğitim alabilmiş, sonra bırakmıştı. Yabancı dil olarak Yunanca ve Latince öğrenmiş, ama İtalyanca ve Fransızca bilmiyordu. 1564’te doğduğu, 1616’da öldüğü biliniyordu; ama hayatının ayrıntıları çok net değildi.


Bu kadar ünlü birisinin, bu kadar eser yazmış eserleri hem kendi döneminde hem de sonraki yüzyıllarda büyük beğeni ve kabul görmüş bir yazarın hayatının yeterince netleştirilememiş olması tuhaftı. Hatta hayatında öyle bir dönem vardı ki (1595-1602) bu tarih tamamen karanlıktı. Bu tarihlerde nerede olduğu ve ne yaptığı bilinmiyordu. İngiltere’de, Stratfort’ta doğmuş, daha sonra Londra’ya gitmişti. Ama hayatı boyunca ülkesinin dışına çıkmamıştı. Üstelik babasının da kasap olma ihtimali vardı. Gerçi belediye meclis üyesi olması da ihtimaller arasındaydı; ama…


İşte böyle bir adam öyle eserler yazıyordu ki… Eserlerinde öyle bir dil kullanıyordu ki… Kahramanlar öylesine halkın içinden, öylesine gerçekti ki… Soneleri duygu zenginliğinin yanında öylesine zengin bir kelime hazinesine sahipti ki… Eserlerine bakan bunları onun yazmadığını düşünürdü… Düşündü de… Bu toprakta bu çiçek yetişmezdi, yani aslında yüzyılları aşarak bugüne gelmiş bu eserleri Shakespeare gibi sıradan biri yazamazdı. Bunları yazan bir başkası olmalıydı? Ama kim…”


Shakespeare 1616 yılında öldü ve eserlerini insanlarla baş başa bıraktı. İnsanlar 150 yıl kadar önce Shakespeare’in hayatını bir yana, eserlerini bir yana koydular ve düşünmeye başladılar. Bu nasıl olur? Ortadaki eserler o kadar kusursuz ve eşsizdi ki onlar kendini savunuyordu. Onların iyi eserler olmadığını kimse düşünmüyor ve telaffuz etmiyordu. Fakat bu eserleri Shakespeare’in yazıp yazmadığı konusunda derin bir şüphe uyanmıştı insanlarda. Bu konu açıklığa kavuşturulmalıydı. O zamandan sonra kafalarda sorular dolaşmaya başladı: Shakespeare gerçekten Shakespeare miydi? Yoksa bu isim gerçek yazarı gizleyen bir maske miydi? Bütün mesele olmak ya da olmamaksa, Shakespeare diye biri gerçekten var olmuş muydu?


Bu sorulara çeşitli cevaplar da verildi. Eserleri yazan bir başkası olmalı düşüncesinde olanlar, isimler aradı. Ortaya isimler attı. Bunlardan en bilineni Bacon’du. Onlar göre bu eserleri olsa olsa Bacon yazmış olabilirdi. Gerçi Edward de Vere, Cristopher Marlowe de yazmış olabilirdi bu şaheserleri… Bu aşamada herkes kendine göre bir kanıt ortaya koydu; ama hiç kimse herkesi ikna etmeyi başaramadı. Adı geçen yazarlarla Shakespeare eserleri arasındaki benzerlikler irdelendi, farklılıklar ortaya kondu. Zaman zaman tartışmalar alevlendi, zaman zaman söndü gitti. Ama hiçbir zaman tamamen sona ermedi.


İşte bu tartışma günümüzde yeni boyut kazandı. Bugün İngilizler yine Shakespeare’i tartışmaya başladı ve yine o bildik soruları sorarak. Ama bu defa olayda farklılıklar da yok değildi. Bir defa iddiaları ortaya atanlar akademisyendi, biri edebiyat, diğeri de tarih profesörüydü.
Bu iki profesör birlikte bir kitap yazdılar. “The Truth Will Out” isimli bu kitapta, Shakespeare’in bu eserleri yazmış olamayacağı iddialarını tekrar ediyorlar. Bunu da bir akademisyen titizliğiyle ortaya koydukları delillerle ispat etmeye çalışıyorlar. Edebiyat profesörü Brenda James, Shakespeare’in sonelerini dil yönünden inceliyor. Burada elde ettiği bulgular onu Shakespeare eserlerinin arkasında başka bir yazar olabileceği düşüncesine götürüyor. Bu düşüncelerin çıkış noktasında ise şu soru duruyor: “13 yaşında okulu bırakmış ve yurtdışına hiç çıkmamış bir kişi, üstün İngilizce ve dil bilgisi uzmanlığı gerektiren bu eserleri nasıl yazabilir?” The Truth Will Out adlı eserde tarih profesörü William D. Rubinstein, Brenda James’in edebi bulgularının altında yatan tarihî gerçekleri ele alıyor.


Gerçek yazar Sır Neville mi?


İki akademisyen kitabın Shakespeare ve eserleri hakkındaki inanç ve düşünceleri değiştireceğini iddia ediyorlar. Akademisyenler sadece ‘Bu eserler Shakespeare’e ait değildir.’ iddiasında kalmıyorlar, aynı zamanda eserlerin yazarının kim olduğu konusunda da iddialar ortaya atıyorlar. Onlara göre Shakespeare eserlerinin gerçek yazarı Sir Henry Neville. Neville sıradan bir vatandaş değil, Oxford’da eğitim almış bir diplomat. Shakespeare eserlerini yazanın bu diplomat olduğunu öne süren akademisyenler bunun delillerini de sıralıyorlar. Araştırmalara göre Sir Henry Neville soylu ve zengin bir aileden geliyor. İyi bir eğitime sahip. 28 yıl parlamento üyeliği yapmış. O günkü şartlarda yazar olmasının ailesinde bir skandala yol açmasından korktuğu için hayatının büyük bir bölümünü yurtdışı gezilerinde geçirmiş. The Truth Will Out isimli kitapta iddialara kanıt olarak gösterilen bazı ayrıntılar şöyle: Henry Neville, Shakespeare’in uzak ve varlıklı bir akrabası. Aynı zamanda da Shakespeare’den iki yıl önce doğmuş (1562), bir yıl önce (1615) ölmüş.


Hırslı bir siyasetçi olan Neville bütün Avrupa’yı dolaşmış, iyi eğitimli bir dil bilimciydi.
Büyük bir servete, eğitime ve önünü açacak fırsatlara sahip olmasına rağmen soylu bir aileden geldiği için Neville’in yazar olması düşünülemezdi. Shakespeare Fransızca bilmiyor; ama eserlerinde sık sık Fransızca kelimelere rastlanıyor. Aynı şekilde bir mahkeme kültürüyle iç içe olduğu konusunda kesin bilgiler bulunmayan birinin eserlerinde sık sık mahkeme sahnelerine yer vermesi yadırganıyor.


Kitapta, bu sebeplerden dolayı Neville’in Shakespeare ismini kullanmayı teklif ettiği ve bu muammanın bu şekilde ortaya çıktığı bilgisine yer veriliyor. İki akademisyenin yazdığı bu kitapta Neville’nin kraliçeye karşı bir ayaklanmaya katıldığı, ayaklanma başarısız olunca da Londra kulelerine kapatıldığı anlatılıyor. Burada kapalı iken kendi adıyla yazdığı kimi eserlerle Shakespeare eserleri arasındaki benzerlikler de ortaya konuyor. 30 yıl önce Neville’in hayatı hakkında yazılan bir doktora tezinin, oyunların kronolojisi ile Neville’in hayatı hakkındaki benzerlikleri tespit ettiği söyleniyor. Bunların dışında bu kadar ünlü bir yazar olmasına rağmen hiçbir eserinin kendi el yazısıyla günümüze ulaşmamış olması da iddiaları güçlendiriyor.
Tartışma nasıl bitecek?


İngilizler bu tartışmayı nasıl sonuçlandıracak? Henry Neville adını ortaya atan akademisyenler Shakespeare eserlerinin yazarının “Sir Henry Neville” olduğu konusunda Shakespeare severleri ikna edebilecek mi? Soruların cevapları için epeyce beklememiz gerekecek. Bu tartışmalar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, yazar ister Shakespeare isterse Henry Neville olsun, eserler değerinden bir şey kaybetmeyecek. Shakespeare eserleri yüzyıllara dayandığı gibi bu tartışmalara da dayanacak ve “eser” olarak varlığını sürdürecek.


İngilizler gerçek yazarın kim olduğu konusunda kararsız


The Truth Will Out isimli kitap Longman yayıncılık tarafından yayınlanmış. ‘Amazon.com’ sitesi üzerinden de satılan kitabın okur yorumları bölümünde, bu iddialara inananlar kadar inanmayan okurların da mesaj bırakmış olması dikkat çekiyor. Eserlerin gerçek yazarının Shakespeare olduğunu söyleyen okurlar, okula gitmediği halde önemli işler yapmış bilim adamlarından örneklerle karşı fikirlerini seslendiriyorlar. Edison’un okul hayatı boyunca başarısız olduğu, okumayı çok geç öğrendiği örneği veriliyor.

türbandan korkanlara açık mektup

Leyla İPEKÇİ nin 23 Eylül 2007 tarihli yazısından alıntıdır.






Siz her ne kadar tek cümlesini kesip manşetlerinizle ısıtmaya çalışsanız da Prof. Şerif Mardin, türbanın üniversite öğrencilerine serbest bırakılması gerektiğini söylüyor, başka profesörler de.


Evet, aynı inanca sahip erkekler rahatça okurken, türbanlı kızların siyasi simge denilerek kapılardan çevrilmesini, evlerine hapsedilmesini, meslek sahibi olamamasını alkışlamak mümkün değil. Evet, insan hakları ihlali söz konusu. Cinsiyet ayrımcılığı da cabası. Elbette hak ve adalet duygumuz da zedeleniyor. Toplumsal algının bütünlüğü adına türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını savunuyoruz doğru. Ama hepsi bu kadar değil. Farklı boyutları var. Diyorsunuz ki: "Türban serbest bırakılırsa, türbanlılar Müslüman değil misiniz gerekçesiyle başı açıkları üniversiteye almayacak." Böylesine kesin bir veri bu sizin için. İddia bile değil. İnfaz. İnsanın iç dünyasının, kalbinde olanın hükmünü vermek kimseye düşmezken, o insanın niyetini okumakla kalmayıp koskoca bir topluluğu bir genellemeye indirgiyorsunuz. Dünyaya hangi tanımlarla esir düştüğünüzü görmüyor musunuz? Tanımadığınız biri için yaptığınız her tanım öncelikle sizi kendi dünyanıza hapsediyor. Öte yandan "türban serbest olursa başı açıklara mahalle baskısı uygulanacak, yakında türbansız öğrenci kalmayabilir" derken, bizzat sizin bu hükmünüz 'mahalle baskısı'ndan çok daha öte bir baskı oluşturmuyor mu? Tam da sivil bir anayasa hazırlandığı şu günlerde?


"Türban masum inanç gereği bir örtünme değil, siyasi simge" diyorsunuz. Bu yargı mesela, masum bir inançtan ne anladığınızı iyice ele veriyor doğrusu. Sizin için inanç yalnızca gizemli bir zevk unsuru, kişisel hazza yönelik bir tüketim metaı anlamına geliyor. Söyledikçe içeriğini yitirecek, genleriyle oynanmış, yıpratılmaya açık alelade bir kelime belki de sizin için. 'Masum' tanımıyla pekiştirmeksizin kullanamıyorsunuz inanç kelimesini. Bu da sizin inancınızdır, kimse bir şey diyemez. Ama söyleyin: Eylemle sınanmayan bir niyet gerçek olabilir mi? Ya sorumluluk almadan inanmak nasıl mümkün olabilir? Sevdiğiniz biri için kılınızı kıpırdatmadıktan sonra onu sevdiğinize nasıl inandırabilirsiniz kendisini? Türbanın, kendini geleneksel ve taşralı büyüklerinden ayıran kadınların örtünme biçimi olduğunu, sayılarının zaten bu kadar çok olduğunu, şimdilerde sizin yakınınıza geldikleri için daha 'görünür' olduklarını bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Bu stili beğenir veya beğenmezsiniz ama kendi vehimlerinizden güçlü bir 'siyasi imge' yaratabileceğinize niye bu kadar şartlanmışsınız? Şehir, tüketim, üstün zevkler, steril değerler, birtakım 'süslü' erdemler salt sizin yaşam alanınıza mı ait olsun istiyorsunuz? Hayatı nimet ve külfetleriyle bir bütün olarak paylaşmaktan niye bu kadar korkuyorsunuz?
Saraybosna'ya, İsfahan'a, Halep'e, İskenderiye'ye, Şiraz'a, Şam'a, Beyrut'a, Amman'a bir bakın. İster daha doğuya, ister batıya, güneye gidin. İslam oralarda şehirlerden çekilmediği, taşraya hapsedilmediği için, alt sınıflara terk edilmediği için kadınların vücut dillerine türbanın nasıl yansıdığına tanık olun. Onların dünyayla ve kâinatla kurdukları ilişkiye, medeniyetle aralarındaki görünür ve görünmez bağlantılara eşlik edin. Örtüyle kadın arasında hışırdayan kadim ilişkinin metafizik boyutlarını sezmeye çalışın. Baktığınız her türbanlıda bir Taliban prototipi görme kararlılığıyla hangi kültürün farklılıklarına varabilirsiniz?
Örtünmenin nefsi yok eden değil, nefsi insanın kendi denetimine emanet eden özgürleştirici boyutunu anlamak için İslam'ın kalbinde yüreğinizin atması hiç gerekmez. Hak vermeniz de gerekmez elbette. Yalnızca bir merak, bir anlama çabası gerekiyor size. Çünkü insan bilmediği şeyden korkar. Bugün emperyal devletlerin en güçlü dayanaklarından biri olan 'İslam korkusu' siyasetlerinin tuzağına bu kadar rahat düşmezdiniz daha güçlü bilgi sahibi olsaydınız. Zamanın ruhuna dünyanın her tarafından asırlardır kendi metaforlarını taşıyan örtünme biçimlerini getirip Türkiye'ye mahsus bir siyasi simge tanımına sıkıştırmak ne kadar da küresel bir yanılgı?
Kamusal alan diye yaptığınız tutarsız tariflerin hiçbir yaşam pratiği olmadığı halde (sağlık kuruluşu veya sokaklar bir kamusal alan değilken yüksek eğitim kuruluşları veya Meclis olabiliyor), siyaset bilimine ait çoğulcu bir tanımı, sosyolojinin tüm imkânlarını inkâr ederek kendi dağarcığınıza uygun olarak yeniden ürettiniz. Kamusal alan bu ülkede bir avuç seçkincinin 'özel mülkiyeti' midir? Sadece size ait bir yaşam algısında, size benzedikleri oranda var olma hakkı tanıdığınız insanlardan daha ne kadar soyutlanacaksınız? Sizin gibi olanlar mı siyaset yapmaya, okuyup 'adam' olmaya layıktır? Öteki ile kamusal alanda beraber olmayacaksanız nerede olacaksınız ki?


"Türbanlılar gelip başı açıkları da kapatacak" diyorsunuz. Mesela bunu nasıl yapacaklar hiç düşündünüz mü? Bir totaliter devlet kurmaksızın, ellerine silah almaksızın, teker teker türbanlılar bunu nasıl yapacaklar? Bir zamanlar sizin onları açmak için kurduğunuz ikna odalarına sizi soksalar inandırıcı olur muydu? Bazı türbanlı öğrenciler bir araya gelip çete mi kuracaklar, organize suç örgütü mü oluşturacaklar sizi zorla kapatmak için? Anayasa maddelerini bir bir çiğnerken de yargı mercii müdahale etmeyecek mi onlara? Bu ülkede askerî darbe olasılığı, türbanlıların başı açıkları zorla kapatmasından daha mı düşüktür, daha mı yüksek?


Türbanlıların bireysel baskı uygulayarak açıkları örteceğinden korkmak, İslam'a ait en basit terminolojiden bihaber olmaktır. Öte yandan bu nasıl bir niyet okumadır ki? Eğer peşin hüküm ve önyargılar bir insanın gelecekte nasıl davranacağına dair yeterli bir veri oluştursaydı, birbirimizi tanımak, anlamaya çalışmak, ilgi duymak, ilişki kurmak gibi insani yaklaşımlara gerek kalmazdı. Peşin hüküm kaskatı bir yumaktır ve insanı tek bir zaman kipinde taşlaştırır. Onun iradesini, kaderini, arzularını, değişim ve dönüşümlerini, hayallerini elinden alır. Onu kaba bir genellemeye indirger. Kaba genellemeler kısa yoldan bizi her zaman haklı olmaya, hakkı hep kendimize atfetmeye götürür. Haksızlığı ise hep öteki'ne mal ederiz. Bunun adı her dilde faşizmdir. Hakkı salt güçlü olana atfetmek, adalet duygunuzu zedelemiyor mu?
"Başörtüsü ninelerimizden beri takılıyor kimse de karışmıyordu, hiçbir sorun da olmuyordu" diyorsunuz. İstiyorsunuz ki, moda diye bir kavram sadece sizin giyinme biçiminizi değiştirsin, yalnızca sizin için etek boyları, pantolon paçaları genişlesin, darlaşsın, ama başkaları seksen yıl öncesinin giyinme biçimiyle kendini ifade etmeye çalışsın. Bu mudur hak? İhtiyarlardan daha iyi bildiğiniz şeyler sizin icatlarınızdır. Ruhu siz icat etmediniz. Ne de bu dünyayı. Suyu, toprağı, ateşi burada buldunuz yalnızca. Unutuyorsunuz. Hep 'dogma dünya' olsun istiyorsunuz. Kendi yarattığınız putlara taptığınız, kendi vehimlerinizi çoğalttığınız, salt kendi doğrularınızı 'evrensel değer' diye kutsamaya kalktığınız o dogma dünyada başkalarının ruhuna neden acaba sığdıramıyorsunuz takma kanatlarınızı? Haykırıyorsunuz şimdi. Etek boylarında, göğüs dekoltelerinde sizin ölçütlerinize endeksli mutlak bir uzlaşı sağlansın istiyorsunuz. Cumhuriyetin en temel kazanımları sizin algınızda tektip bir kadın görüntüsüne hapsolsun. Hep böyle kalsın. Bunun için mi kazandık Kurtuluş Savaşı'nı tesettürlülerle, hocalarla, imamlarla hep beraber? Ve şimdi sizin zihin ve kalplerimizde keskin bir bıçak darbesiyle bizleri iki cepheye ayırma çabanıza rağmen sabırla yaşatmaya çalışıyoruz cumhuriyeti, 'bütün' kalmaya çalışıyoruz vesselam.

Kaynak : http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=591985
Alıntıdır.

Bu ilçede emniyet yok, ahlâk var.

Sakarya’nın Taraklı ilçesinde esnaf, dükkânının kapısına kilit vurmuyor. Bazıları, dükkânlarını gece bile kilitleme gereği duymuyor. 1299’da Osmanlı Devleti kurulur kurulmaz, topraklarına ilk katılan yer Taraklı. Belediye Başkanı Tacettin Özkahraman’a göre burada ‘Osmanlı ruhu hâlâ yaşıyor’.
Tarihî evleriyle ünlü Sakarya’nın Taraklı ilçesine yolu düşenler gördükleri karşısında şaşırıyor, hatta gözlerine inanamıyor. ‘Günümüzde böyle yer kaldı mı?’ diye şaşkınlıklarını dile getiriyor. Diyelim ki, Taraklı’ya yolunuz düştü, bir dükkana girdiniz ama dükkan sahibi ortalıkta görünmüyor. “Galiba arka taraflarda işi var” diye düşünür ve sizi duyması için ‘Kimse yok mu?’ diye seslenirsiniz. Ama cevap gelmez. Bir süre beklersiniz biraz daha sesinizi yükselterek ‘Kimse yok mu?’ diye bir kez daha bağırırsınız. Yine cevap yok. Dükkanda kimse olmadığını düşünür ‘neme lazım hırsız falan zannedilirim korkusuyla’ hemen dışarı çıkarsınız. Haklısınız ama burası Taraklı, burada endişelenmenize gerek yok.
Tarihî İpekyolu üzerinde kurulu 10 bin nüfuslu ilçede, dükkana girdiğiniz dakikalar ya namaz vaktidir ya da dükkan sahibinin işi çıkmıştır. Taraklı’da esnaf dükkanda olmasa bile gündüz vakti kapısına kilit vurup gitmiyor. Bazıları gece bile kilitlemiyor. Bu şirin Osmanlı kasabasında, sosyal hayata, huzur ve güven hakim. Günümüzde şiddet, cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylar köylere kadar yayılmışken, Taraklı’da yaşayanlar için bu kelimeler bir anlam ifade etmiyor. İlçede, bugüne kadar cinayet, vurgun gibi ciddi bir hadise yaşanmamış. Zaten Taraklı 1987 yılında ilçe olmasına rağmen asayişin ‘berkemal’ olması sebebiyle emniyet teşkilatı kurulmamış, bir karakola bile gerek görülmemiş. Kırsal alanda görev yapan jandarma var, ancak ona da iş düşmüyor.
1299’da Osmanlı Devleti kurulur kurulmaz, topraklarına ilk katılan yerlerden birisi Taraklı. Belediye Başkanı Tacettin Özkahraman’a göre burada ‘Osmanlı ruhu hâlâ yaşıyor’ ve bu sebeple ilçede dükkanlara kilit vurulmamasında şaşılacak bir şey olmadığını söylüyor. Özkahraman, Osmanlı döneminde gece bile dükkanların hiç kilitlenmediğini, kilit mefhumunun bulunmadığını kaydediyor. “Bugün bile gece kilinlenmeyen dükkanlar var. Birçok dükkanın da önünde eşyalar kalıyor ve hiçbir şey olmuyor. İlçemizde güzel bir huzur hakim. Bu durum belki bu dışarıdan göç almamasına bağlı olabilir. Yerleşik insanları da Osmanlı terbiyesi aldığından ilçemizde bu huzur sürecektir.” diyor ve şunları ekliyor:
“Taraklı, Osmanlı zamanında ne ise bugün de o. Osmanlı kültürü, ahlakı ve genelekleri hâlâ yaşanıyor. Burada herkes birbirine saygılı ve hoşgörülü. Tabii ki insanların yaşadığı yerde anlaşmazlıklar çıkıyor. Ancak bu durum Taraklı’da kavgaya, daha ileri noktalara taşınmıyor. Büyükler devreye giriyor, yapılan istişare ile mesele başka boyutlara taşınmadan hallediliyor. Ben kendimi bildim bileli burada bir cinayet ya da vurgun olayı olduğunu hatırlamıyorum. Ayrıca buranın halkının karıştığı bir gasp, hırsızlık olayı da vuku bulmuş değil. Bu sebeple burada polis teşkilatına iş düşmeyince kurulmadı. Ancak kırsalda görev yapan jandarmamız var. Zaten jandarmaya da iş düşmüyor. Böyle bir yerde belediye başkanlığı yaptığım için mutluyum.”
Orhangazi Caddesi’nde tuhafiye dükkanı olan Niyazi Başarır da (65) Taraklı’da gündüz vakti bir yere giden esnafın dükkanını kilitlenmediğini, kapının bile açık bırakıldığını belirtiyor. Bu geleneği sürdürdüklerini ifade eden Başarır, “Bu caddede 20 dükkan var. Öğle ve ikindi gibi vakitlerde ezan okununca dükkanlarımızı öylece bırakır büyük çoğunluğumuz camiye namaza gideriz. İşyerlerimizi kilitlemek gibi bir alışkanlığımız yok. Kapılarını bile çekmeyiz. Kalan arkadaşlarımız yerimize bakar ya da biz gelinceye kadar müşteriler dükkanda bizi beklerler. Ben 45 yıllık esnafım. Bugüne kadar caddemizde en küçük bir hırsızlık teşebbüsü bile olmamıştır. Haberlerde gasp, hırsızlık gibi haberleri izlediğimde aklım almıyor. ‘Nasıl böyle şeyler oluyor’ diye. Osmanlı terbiyesinin farkı bu olsa gerekir.” ifadelerini kullanıyor.
Kaynak : http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=1231&sy=20070923
Alıntıdır.

Alman ve Türkler Hakkında genellemeler

Almanlar hakkındaki genellemeler
Köpek beslemeyi çocuk doğurmaya tercih ederler.
Soğuk insanlardır.
Kurallara uymak adına en yakın dostlarını dahi ispiyonlamaktan geri durmazlar.
Takıntı derecesinde düzenlidirler.
Kavgadan ve gerginlikten uzak dururlar.
Çalışkandırlar.
Disiplin sahibidirler.
***
Türkler hakkındaki genellemeler
Kırmızı ışıkta durmazlar.
Misafirperverdirler.
Geleneklerine bağlıdırlar.
Ucuz marketlerin bir numaralı müşterileridir.
Erkekleri maçodur.
Randevulara geç kalırlar.
Çabuk sinirlenirler.
Meraklıdırlar.

kaynak : http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=1225&sy=20070923
Daha ayrıntılı olarak Almanyada doğan Türkler hakkındaki makale ve daha fazlasını yukardaki linkten bulabilirsiniz.
Alıntıdır.